Ben, ölüyorum. Kendimi durduramadan işlediğim günahlarımla, yok oluyorum. Pençemin tırnakları birer birer düşüyor çürümüş kemiklerimden. Gözbebeklerimi saran kırmızılık, damarlarımdan dağılan kanlarla beraber yok oluyor. Ben, ölüyorum.
Ve böyle ölmeyi, istemezdim.
Ve böyle ölmeyi, beklemezdim.
Gözlerim değişmeye başladığında anlamamıştım hiçbir şey. Sırtımdan kaslar fırlamaya başladığında da pek farkına varmamıştım olanın ve olacakların. Sonra tüyler çıktı kaştan, saçtan, elden. O zaman kendimi acı içinde fırlattığım yerdeki su birikintisinde gördüm gözlerimdeki kırmızılığı ve pençeye dönüşmüş tırnaklarımı.
Halbuki, ormanların huzuru benim de huzurumdu. Taşların taşlarla yüz yıllardır fısıldaştığı bu yer benim evim gibiydi. Ne oldu da başıma bu bela geldi ve karşılaştığım altı kişinin canımı alması için yalvarmaya başladım, hücreleri arasındaki son bağlantıları da hızla yitirmekte olan beynim, almıyor.
İçine düştüğüm lanet, sanki bana verdiği acıları daha da yükseltmek istercesine, karşımda belirenlerin kimliklerini, niyetlerini, nereden geldiklerini, zihinlerinden geçenleri daha da vurdu yüzüme.
Çok güçlüydüm. Çok ama çok güçlü. Öyle bir güç ki, zihnim, varlığım, yüreğim kör olmuştu. Tıpkı kutuplarda yaşayan benden hayvanlar gibi kar körü olmuştum sanki.
Ve karşımda kendini üstüme üstüme atan bir savaşçı duruyordu. O zamanlar diğerlerini daha fark etmemiştim. Karşımdakinin kalbinin insan insan atması, dönüştüğüm şeyin iğrençliğinin bana verdiği acıyı daha da dağladı sanki ve ben saldırdım.
Yok etmek için saldırdım, öldürmek için saldırdım, yok etmek için saldırdım.
Savaşçı, kılıcını kullanmayı iyi biliyordu. Ama yüreğine inen korku ve tek başına yakalanmışlığı, darbesini zayıflattı. Ama benden kaçmayı da başardı.
O sırada fark ettim ki, arkasında arkadaşları vardı. Gözlerinde korku olsa da, bana saldırdılar. Bense içimden aynı anda kahkaha atıyor ve ağlıyordum sevinçten.
Ama beni öldürmeyi başaramıyorlardı. Onlar bunu başaramadıkça, ben onları parça pinçik etmek istiyordum. Üzerlerine çullanmak, tırnaklarımı beyinlerinin pembesine geçirmek, sonra basınçtan patlamış gözlerinden akan taze kanı koklamak istiyordum. İstiyordum ve bunları istediğim için de kendimi kılıçlarının üzerine fırlatmak istiyordum.
Güç izin vermedi. Kemiklerimi iliklerine kadar değiştiren o kara güç, saldırmamı emretti. Ben de, bir daha saldırdım, hepsine birden.
İçlerinden bir tanesi bana daha uzak duruyordu. Başta nedenini anlamasam da, içimdeki medeniyet kırıntısı, onun da bu tapınağın bir parçası olduğunu gördü. O da bana haykırdı ve ben de ona haykırdım, ne kadar anladı ne dediğimi ve ne kadar inandı bana… Ama tüylü, kalın kollarımı yeniden açarken, ona elim gitmedi. Belki onlar şans demişlerdir, belki o hissetmiştir, bilmiyorum.
Bildiğim, önümdekiydi. Çok zayıf bu elf oğlu, arkadaşını korumak için çelimsizliğine bakmadan düşüyordu önüme. İnce parmaklarıyla bana büyü yapmaya çalışarak. Benim de elimden, atar damarını hisseden gözümün gördüğü yere taarruz etmek geliyordu. Kanını akıtmaya başladığım an, onun hissettikleri, hissettiklerime katıldı. Hayalleri, son yaşadıkları, sevdikleri, yanındakilere yaptığı hocalık ve bekledikleri son haber, savunmaya ant içtikleri insanlar ve şüphe ettikleri yandaşlar, hepsi, hepsi, hepsi.
Kendime geldiğimde, büyücü yerdeydi. Çok ömrü olmayacağını düşündüm hem üzülerek hem de sevinerek. Beni kim öldürecekti?
O sırada bir daha haykırdı bana Erastil’in hizmetkarı. Anlamıyordu. Önümde kalkanıyla savunmasıyla saldıran diğer arkadaşları, haykırdım ona bir kere daha, öldürün beni!, diye. Öldürün! Öldürün!
Yapamıyorlardı. Kendileri öleceklerdi, artık gözlerinde o korkuyu görüyordum. Erastil’in hizmetkarı her birine yetişemiyor, içlerinden biri daha hamleyi kaçırıyordu. Hepsinin ortak zihninde beliren, bekledikleri haberdi. “Öylesine” geldikleri bu lanetli mekanda böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemediklerini, hele ölmeyi hiç beklemediklerini kollarında öbek öbek toplanan ter zerrelerinden buram buram kokluyordum.
Yanlış yapmışlardı. Lanetli bir hayvan karşılarında, laneti, hayatlarındaki lanet olma ihtimallerini taşıyan yanlışlarını kendine çekiyordu. Pençelerimin arasından ağzımı gördüklerinde, gerçekten gülüyordum. Yapacak bir şey yoktu, yanlış yapan, yanlışının cezasını çekecekti.
Sonra, her şey bir tuhaf olmaya başladı. Önceden bana dokunamayan, yanıma yaklaşamayan bu adamlar üzerime gelmeye, korkmamaya başladılar. Ya da öyle bir korktular ki, korkunun sonuna geldiler ve ben nasıl kahkaha atıyorsam, her biri kendi ölümüne gülmeye başladı.
Benimse kahkahalarım azaldı. Okçu, üstüme üstüme atıyordu artık ve kaçırmıyordu. Başta canım yanmasa da, içimden dökülen kanlar yerde ayağımı kaydıracak noktaya geldi.
Üzülmeye başladım. Belki başka türlü olacaktı, olabilirdi, diye düşündüğümü fark ettim alttan alta artık karanlık beni sararken. Belki Erastil’in hizmetkarı beni iyileştirebilirdi. Bir anda birbirimizi öldürmeye kalkışmasaydık, belki beni durdurabilirlerdi. Belki o zaman ben iyi olabilirdim, eski halime dönebilirdim, iliklerim incelir, gözlerim normale dönerdi. Belki o zaman her şey çok güzel olurdu. Belki o zaman bu ağaçlar ve tapınak benim üstüme gelmez, belki o zaman karşıma çıkan bu zavallı adamı parçalara ayırmaz, kafasını mengene gibi ağzımla sıkıştırdığımda kulaklarından kanlar fışkırmaz, kollarındaki kemikler kollarımda birer kukla gibi dağılmazlardı belki. Belki tek parça kalırdı hayatı boyunca. Belki yaşardı. Belki.
Ama öyle olmadı. Beklemedikleri lanetle karşılaşan savaşçılar, ölümün onları beklediğini görünce, kendilerini toparladılar ve beni öldürmeye karar verdiler hayatları pahasına da olsa. İçlerinden gidene üzüldüklerini hissediyordum üzerime darbe üstüne darbe alırken. Ona tam güvenmemiş olduklarını, onu hafife almış olduklarını da. Dedim ya, lanet, laneti çeker. Lanet, yanlışı çeker. Aslında lanet dediğimiz, bir sürü yanlışın damla damla bir araya gelerek sonunda sizi boğacak bir kan gölü haline gelmesidir.
Tıpkı, benim az önce içine yavaşça düştüğüm, bedenimin altında git gide yok olan tüylerin yarısını kaplayan, zihnimi boğmaya başlayan kan gölü gibi. Tıpkı beni öldüren olan ilk saldıranın ve son saldıranın bana bakarkenki şaşkınlığı gibi. Şaşkınlık sona erdiğinde geriye kalan yanlışsa, o yanlışın ne olduğunu düşünecekler umarım.
Düşünecekler ki benim gibi olmasınlar. Onların yanlışları eklenerek lanet olmasın. Yarın bir gün onlar da karşılarına kendilerini öldürmek isteyen ve kendilerinin de öldürülmek için yalvardıkları bir güruhla karşılaşmasınlar. Son nefeslerini, huzurla versinler.
Merak etmesinler.
Ben de huzurla veriyorum.
Ne olursa olsun, son nefes, her zaman ama her zaman, huzurdur.
Lanet, ölümü geçemez.
En azından benim ölümü.
Geçeme-