sizleri selamlıyorum dın kardeşlerim,
hayırlısıyla, hayırlı bir cuma akşamı bir araya geldik ve ilk oyunumuzu oynadık. muhtemelen yaralarımızdan akan kanlar daha yeni kuruyordur. paçayı baya baya ucuz kurtardık. başta volkan diyem, devamında yenigelen yusuf efendi, fantastik partimizin üyelerine teşekkürler. qeyifli bir aqşam oldu. : )
peki neler, nasıl oldu? bakalım saygıdeğer kardeşlerim.
aslında önden kabullü bir flashback'le başlamış olduk oyuna. yetimhaneden ayrıldıktan 4 yıl sonra bir araya, hocamız kedi ile buluşmaya gelmiş, ancak onun kasabada yetimhanenin müdürünü öldürmekten dolayı çok yakında idam edilmek üzere hapse atıldığını öğrenmiştik. müdürün ne naneler yediğini önceden bir kısmımız bilip, neredeyse tamamımız hissettiğinden, kasabadaki dedikoduları da duyduktan sonra kedi hocamıza haksızlık yapıldığına kanaat getirerek bir gece vakti ansızın baskın basanındır diyerek hocamızın tutsak tutulduğu karakolu bastık, hocayı kaptık. planladığımız üzere kasabanın biraz dışında bir noktaya atları bırakmıştık. kedi'yle çok konuşmaya fırsatımız olmadı elbette bu koşturmaca içinde. karanlığın içinde atlarımıza atlayıp ilerlerken başta tane tane düşen, sonrasında lapa lapaya dönen ve devamında tipini siktiğim bir tipiye çeviren kar yağışıyla karşı karşıya kalacağımızı elbette bilmiyorduk. ama götümüz başımız yavaş yavaş donarken kendimizi ormanın içine attığımızda işin ciddiyeti konusunda şüphemiz kalmamıştı.
peki, şüphemiz neydi?
1 - takip ediliyor muyuz?
2 - ediliyorsak bizi nasıl bir ekip takip ediyor?
3 - bu geceyi ormanda nasıl geçireceğiz?
4 - bu havalar böyle gider mi?
bu şüphelerin 3.süne derme çatma bir çadır kurarak koca bir ağacın kovuğuna, Erastil'le şükürler ederek (ben kendi adıma), bir çözüm bulduk. ancak sık ağaçlara rağmen kar yağdıkça yağıyor, paltolarımızdan gocuklarımızdan yaptığımız çadır tavanı sarkıyordu. birbirimizi 4 yıl sonra bulmuş biz, kedi hocamıza kavuşmuş veletler olarak hararetle daldığımız muhabbete güç bela ara verip arada sırada bunları temizlemeye çıktığımızda ise kulaklarımıza başka bir tehlikenin sinyalleri geliverdi: kurtlar, kurtlar, kurtlar.
nöbetleri paylaşırken bu vahşi doğanın vahşi hayvanları da niyeti gittikçe bozuyordu. uğultuları hırıltılara dönüşüyor, o sırada hangimiz uyuyorsak nöbet sırasında, işte onun yorgunluk horultularına karışıyordu (kedi hocam, vallahi sen de horluyordun!). dolayısıyla, gecenin sonu, şafağın başı bu uğursuz günde belirirken, kurtlar da artık ver gelsin diyerek bizim üzerimizde şanslarını denemeye karar verdiler. ama ne oldu? yetimhane piçleri kendilerine boşu boşuna yetimhane piçleri denmediğini mis gibi kanıtladılar, kurtları - geçici de olsa - osurttular.
kurtların osuruğu gün doğarken çadırı toplayan yatko'nun kaba götünden ığıl ığıl çıkan sabah osuruğuna karışırken yollara düştük yeniden. derdimiz, kuzeybatı yönüne devam edip, bu house'un hakimiyetinden çıkmak, hukukundan kurtulmak ki hem kedi hocanın hem de bizim kıçımız kurtulsun. ancaaaaaaaaaaaaak, hem hava bokunu çıkarmaya devam ettiğinden ve tomrad'ın anlayabildiği kadarıyla çıkarmaya da devam edecek gibi durduğundan hem de kendi şaşkınlığımızdan az sonra karşımıza çıkacak durumu iyi etüt edemedik.
ne mi çıktı?
katır üzerinde bir çocuk. yaldır yaldır bize doğru gelen.
çocuk panik halinde, bizse şaşkınlık içindeydik. öğrendik ki oduncu amcası yakınlarda bir yerde tomruk altında kalmış, yardım ihtiyacı içindeler. birbirimize baktık, yönümüzü değiştirmek zorunda kalacak olmamıza rağmen hak kanunuyla iyilikle yoğrulduğumuz için yardım etmeye karar verdik. amcanın yanına vardığımızda ayağının fena ezilmiş olduğunu fark ettik. başta kaldırmayı beceremesek de, yanımızdaki ipin hayat kurtarıcılığı bir kere daha ortaya çıktı ve yandaki ağaçtan sarkıtıp, yatko ve taifesiyle omuzlanıp kaldırdık tomruğu. amca sadece teşekkür etmekle kalmadı, bizi köyüne de davet etti. bizden biraz kıllansa da bu kıllanmanın kötü niyetli olmadığı ortaya çıkacak idi.
biz piçler olarak köyde çok sevindik. ama nasıl bir rahatlama anlatamam. hava bok, ev sıcak, odun dolu, katır kıyak. amcayı iyileştirmeye çalışırken tomrad'la hafif sıçsak da sonrasında rahatlamayı başardık biraz da olsa. o yüzden, bir kez daha buradan da kusura bakma, amca! böyle hoş bir ortamda kendimize candaş bir ortam yaratmışken, fazla rahatladık. geçirdiğimiz - sanırım - ilk gecede köyden bir eleman bir soruşturdu kapıyı çalıp. biz nedense çok kıllanmadık. meğersem o noktada fıymalıymışız o ortamlardan. demek ki neymiş? gece vakti kapıyı çalıp evin içinde neden orada olduğu belli olmayan 5 adama şüpheli bakışlar attıktan sonra giden birisinden biz de şüphelenmeliymişiz hehehe. bir dahakine artık.
bir dahakine, çünkü gecenin devamında olanlar bize "bir dahakine"nin ne kadar önemli bir fırsat olduğunu canımız pahasına hatırlattı. bulunduğumuz arazinin adamları (ve bir de içimizden birinin yetimhaneden tanıdığı kadını) baskın basanındır nasıl olur gösterelim diyerekten giriştiler bulunduğumuz eve. başta sitkom tarzı bir saklanma işlerine girişsek de, devamında bu işin böyle olmayacağı belli oldu. birer birer ağır yaralar alarak yerlere yatarken, sakin ve teslim olmanın faideleri zihnimizde belirmeye başladı. ta ki kan kaybından gözlerimi kapatıncaya kadar...
gözlerimi açtığımdaysa, diğer arkadaşlarımla beraber tutsak buldum kendimi. erastil'e dua ettim, canlarımızı ne olursa olsun koruduğu için. başımıza gelen soylu Aden ise asıl kime şükretmemiz gerektiğini hatırlatırcasına bir muhtıra verdi bize. elimize de tutuşturdu ölüm fermanı gibi birer belgeyi. buna göre, buralardan defolup gidecek, ardımıza bile bakmayacak ve serserilerin itlerin kopukların kol gezdiği bir diyarda işimizi görecektik... kalakaldık. bunun böyle olmasını sağlayan tek şey ise, soylu piç kardeşimiz duns'tu. duns'a baktım, yeni uzamaya başlayan sakallarını seviyordu, dalgın... diğer arkadaşlarıma baktım, birinin bakışları "her şeyi piç ettik" diyordu adeta...
ee, başka ne olacağıydı?
biz zaten piç değil miydik?